Sirkeci Garı’nda iniyorum. Evvela, Agatha Christie’nin Orient Ekspresi’ni yazdığı lokantaya bir bakış atıp çayımı söylüyorum. Japon ağırlıklı müşteriler, kafalarını duvar ve tavandan alamıyorlar.
"Kimler geldi, kimler geçti..." şarkısı geçiyor aklımdan. İnsanların, hiç vakitleri yokmuşçasına hızlı hareket etmelerini izliyorum.
Bir yetişme çaresizliği bu. Agatha ve dostları da bu kadar hızlı mıydılar acaba?

Çayım bitince 40 TL ödeyip, yan bekleme salonunda 20 TL’lik çay ocağı gözüme çarpıyor. 10 metrede ikiyle çarpılıyorsun İstanbul’da. Şehir büyük olunca çarpanı da büyüyor, malum. Bekleme salonunda bakım çalışmaları var fakat bakan yok. Öyle dağınık. Dinlenmeye gelen aceleci ve hızlılar, yuvarlak masada uyukluyor.
Hemen yanında, butik Demiryolu Müzesi gizlenmiş bir şekilde bana göz kırpıyor. Oldukça eski objelerle donatılmış müze, her noktasında dinleme barkodlarıyla geniş bilgi veriyor.
İlk genel müdür ve ilk tren koltukları derken, kompartımanların içinde kullanılan eşyalar bu sefer gözü kamaştırıyor. Hasan Ali Yücel’in demiryolları ile ilgili söylevi, döneme ait izler taşıyor.

Minik turun sonunda sıcaktan pelteleşmiş görevliye teşekkür edip çıkıyorum. Görevli, kendi duyacağı bir ses titreşimiyle beni uğurluyor.
Köşede Mehmet Efendi mahdumları tezgâhı kurmuş; bir kilo kahve alıp çantama atıyorum. “Allah rahmet eylesin Hacı Abiye,” deyince çalışanlar hep birlikte “Âmin” diyorlar. Seviyorlar Hacı Abiyi.
Ters istikamette, kalabalık olmayan sokaklardan bir geçiş arıyorum. Yaya kaldırımı bana bu fırsatı veriyor. Bir anda kendimi Kayseri Han’ın kapısında buluyorum. İçerisi, döküntü ile dökülmüş arasında; ortama uyum sağlamış bir tostçu abi yukarı çıkarken, “Dikkat et,” diyor. Merdivenler Pera tarzı, duvarlar ve mekânlar ise tavuk pazarı. Yeni proje bekliyor, sakince.
Az ilerisinde Erzurumlu Mıgırdiç’in Sanasaryan Hanı, “İçeri gel,” diye çağırıyor. Marriott Otel burayı harika bir mekâna dönüştürmüş. İçindeki okuma salonu ve lobideki tablolar fark yaratıyor.
Burası eski İstanbul Emniyet Müdürlüğü. Hikâyesi büyük. Deniz Gezmiş, Mihri Belli, Alparslan Türkeş, Aziz Nesin, Ruhi Su, Nihal Atsız gibi önemli simalar bu binada sorgulanıp işkence görmüşler, öyle diyorlar.
Acaba kalan misafirler, beş yıldızlı odaların içinde büyük yıldızların seslerini duyabiliyorlar mı? Sanasaryan binasına sadece göz atmayın, tarihini de mutlaka okuyun derim.
Sonra, 1. Abdülhamit Türbesi. Efendimiz (S.A.V)'in ayak izinin bulunduğu türbede üç İhlas bir Fatiha okuyup, ayak izinin önünde bir İranlı, Azeri-Türkü şiveli kadını görüyorum…

Yok, duyuyorum. Talepleri yüksek. Anne ve babadan, tüm akraba-i taallûkata kadar bir talep seansında olduğu belli. Ses yüksekliği dua tonunda, duyuluyor. Ayak izi üzerinden bir rabıta yaratma çabası var. Arkasına bakıp beni görünce, “Ayyy, burası çok sıcak,” deyip bahçedeki mezarlara doğru ilerliyor.
İnsanlar böyle; çıkmaz sokaklara girdiğinde çare olarak objeler üzerinden bir dua mekanizması oluşturup çıkış arıyorlar. İnsan bu; “Neden ben?”, “Niçin biz?” sorularının karşılığı olarak bir güç, bir destek arayışı hep var. Hele bir de Doğu’da doğduysan.
Hatice Turhan Sultan Sebili, susayanlara yüzyıllar sonra çare oluyor ama kendisi değil, yanına koyulmuş metal soğutucudan. Adı Hatice ve Turhan ama kendisi Rus köylü kızı. Başına gelenleri okuyunca, “Allah rahmet eylesin nenemize,” demekten kendimi alamıyorum. N’aparsın, Deli İbrahim’in eşi olmak kolay mı?
Mercan, Mahmut Paşa karmaşasına dokunmadan Türk Ocağı'na geçiyorum. Önce II. Mahmut, II. Abdülhamit ve Sultan Abdülaziz’in mezarını ziyaret ediyorum. Bazı Arap turistler başlarında Kur’an okuyorlar. Onları, beyaz turistler seyrediyor.
Dışarıda Ziya Gökalp’in görkemli mezarına da bir dua bırakıp ChatGPT’den mezar taşında yazanları çevirmesini istiyorum. O bana bu mezar taşının Mehmet Emin Efendi’ye ait olduğunu söylerken, bu sefer Mehmet Emin Efendi’nin Alman olduğunu, 27 yaşında bir hukukçu olarak Osmanlı’ya geldiğini, altı dil bildiğini ve ters bir adam olduğunu öğreniyorum.

Bir terslik var ama hayırlısı.
Tam bu esnada Mustim geliyor Kapalıçarşı’dan yanıma. “Baba, bunun her dediğine inanma, fırıldak bunlar,” diyor Kapalıçarşı esnafı tonlarında. Ben şaşkın. En son Rahmetli Gökalp’in mezarını tespit edip, Türk Ocağı’nda yine çay içiyoruz, 30 lira. Musti’yi biraz daha dolaşmak için yol edip, çaprazda Köprülüler’in mezarına uğruyorum. Bu sefer de Köprülüler’in Vezirköprülü olmadığı, Roshnik/Arnavutluk’tan devşirildiği, Köprülü Ayşe ablamızla evlenip enişte kontenjanından aramıza dâhil olduğu bilgisi veriliyor Google’dan.

Sıcak iyice bunalttı, kişiler ve kavramlar karışmaya başladı. Ben en iyisi bir ara verip Musti’nin orada soğuk bir şeyler içip kendime geleyim. Yoksa hatlar karışacak. Geçerken lokumcu tabaklarından da birer ikişer atıştırıp şekerimi toparlamam lazım.